31 Aralık 2015 Perşembe

DEĞERLENDİRME: 2015'in Son Yazısı

2015'in son yazısıyla herkese merhaba. Karlı bir yılbaşı her zaman en sevdiğim şey olmuştur. Gerçi ben genel olarak karlı havaları seviyorum ama neyse.

2015'e son bir bakış atayım diyorum bu yazımda. Neler yapmışım, nasıl geçmiş benim koskoca 12 ayım, 52 haftam, 365 günüm... Bakalım neler çıkacak benim 2015 arşivimden.

2015'in benim için kuşkusuz en büyük olayıydı başladığım bir kitabı bitirmek. Ben gibi, benim gibi bir hikaye yazdım ve fırsatını bulup cesaretimi toplayabildiğim bir zaman kitabın yayınlanması için gerekenleri yapacağım. Bu kadarını yapmak bile büyük cesaret istiyordu benim için zaten. Çünkü hiç başaracağımı düşünmemiştim hayallerimi koca bir kitaba dönüştürmeyi. Başladığım şeyleri ise bitiremezdim hiç. Biten bu kitap benim için yeni kapılar açtı. Yapmayı en sevdiğim şeyi geliştirebildiğimi gördükçe kendime, kalemime inandım gitgide. Gizlenmek zorunda değildim artık, yazdıklarımı saklamam gerekmiyordu. Aksine "Bunu ben yazdım." deyip kendi başarılarımla gurur duyabiliyorum artık.

2015 bana bölümümü değiştirme fırsatı da sundu. Çevre Mühendisliğinden Endüstri Mühendisliğine geçiş yaptım. Bunun benim için daha iyi olduğunu bilerek yaptım bu seçimi ve gayet memnunum halimden. Okul konusunda uzuun uzun konuşmalar yapmak benlik olmadığı için bunu da burada kesiyorum.

2015'te gelen yeni arkadaşlıklar, yeni çevrelere dönersek; Atölye grubuma buradan çok mutlu bir yıl diliyorum; hem kalem arkadaşlarıma, hem bizi bir araya getirenlere, hem yazma felsefem "Bir şey yaşamadan bir şey yazamazsın." sözünü söyleyen hocamıza. Hepsi çok güzel insanlar ve kendime başka yönlerden bakmayı öğrettiler bana. Hepsine buradan kocaman teşekkürler ve öpücükler. Siz olmasaydınız o bloglar da olmazdı. Hazır değinmişken blog adresleri:

Kişisel bloğum: dunyaninyazisi.blogspot.com

Atölye bloğumuz: sekiz100uc.blogspot.com


2015'te benimle kalan yakın arkadaşlarıma da, ki onlar kendilerini biliyorlar, musmutlu yıllar diliyorum. Hep burada kalın ve hiç gitmeyin olur mu? İyi ki varsınız siz. Yılınızın her gününün benim dertlerimden ve kötü şakalarımdan arınmış olması dileğiyle.


2015'in son gecesi-2016'nın ilk saatleri ikileminde ben ne yapacağım peki? Bir klasik olarak evde oturup televizyon izlemek gibi bir planım var. Hatta yayın akışım bile belli. Ona gelmeden şunu söylemek istiyorum.

Bugün ilk defa yılbaşında evde kalasım olmadı pek. Televizyonda çok sevilesi programlar var aslında ama ben kar yağışına hayatı boyunca hasret hissedecek bir insanım işte. İzmirli değilim ama her kar yağdığında ilk defa kar görmüş gibi sevinebiliyorum. En sevdiğim mevsim kış, en sevdiğim yağış türü kar benim için. Nefret etmişimdir hep karanlıktan. Karın beyazlığıysa hep parlar, aydınlatır ya olduğu yeri. Ondan olsa gerek benim bu kar aşkım. Yağmurda yürümeyi değil romantik, saçma sapan bulan biri olarak, çünkü ıslanmak güzel değil bence, karda yürümek benim için derin bir tutku. O yüzdendir ki ne zaman kar yağsa içimde hep bir ormanlara, tepelere gitme isteği vardır benim. Kimsenin ayak basmadığı o karların içinde yürümeye çalışmak, yürüyememek, düşmek falan. Düşmekten tek korkmayacağım yer herhalde karların üzeri. Neyse, bir gün hayallerin gerçek olması dileğiyle.

Yılbaşı ekranımda bugün uzun uzun planlama yapmam sonucu iki şeye yer vermeye karar verdim. Aslında başta Geniş Aile Yapıştır-Elin Oğlu gibi bir planım vardı. Sonra o Geniş Aile Yapıştır-Victoria's Secret oldu. Ama artık son kararımı vermiş bulunuyorum. O Ses Türkiye Yılbaşı Özel programı, ardından ise Elin Oğlu Yılbaşı Özel'i izleyeceğim. Tavsiye ediyorum efenim. Bir bakacak olursak; O Ses Türkiye bu yılda geçen yıllarda olduğu gibi ünlü konukları çağırıyor. Ama özellikle bu yılın konuklarını ben çok sevdim. Üstüne üstlük 3 Adam ve BKM'den arkadaşları Büşra Pekin'in de katılacağını göz önünde bulunduracak olursak, O Ses benim için şimdiye kadarki en iyi programını yapmış olacak. Şarkı söyleyeceklerde Seda Bakan, Aslı Enver, Ezgi Mola, Emre Kınay ve Barış Falay var daha ne olsun benim için.

Elin Oğlu'na gelirsek Chaby Han deyince benim için dünyanın durduğu zamanlardayız. O çekik iyi ki var. Onu ayrı bir blog yazısıyla anlatmayı da 2016'da yazacaklarım arasına ekliyorum o zaman. Adam anlatılmaz yaşanır olsa da, bahsetmem lazım. Saçlarından, gözlüklerinden, kalbinden bahsetmem lazım. Bağladım Güliz Ayla'nın güzelim şarkısına. O zaman onu da buraya bırakayım da dinleyin güzel güzel.

Chaby Han'a değinmem çok iyi oldu. Çünkü o adam benim için o programla ya da sosyal medyayla kısıtlı bir adam değil. Hayatımda dinlediğim en iyi şarkıları aynı bünyede bulunduran güzel bir grubu bana keşfettiren adam. Yüzyüzeyken Konuşuruz'dan bahsediyorum. Onlarla tanışmam tamamen Chaby sayesinde değil aslında.

Ali Atay'ın başrolünde oynadığı Mutlu Ol Yeter dizisinde duyduğum bir şarkıyla başladı benim bu serüvenim. "Ateş Edecek Misin?" şarkısı beni ilk duyduğum anda büyülemişti. Ama kimin söylediğini hiç araştırmamıştım. Normalde o şarkının çıktığı zamana kadar araştırırdım ben ama nedense üzerime bir şey çökmüştü benim bu şarkıda. Öylece şarkıyı dinleyip durdum, sonrasında başka şarkılar da geldi üzerine. Aklımdan hiç çıkmadı, denk geldiğinde değiştirmeden dinliyordum hep. Bir gün Chaby'nin Youtube kanalında "Evi Beşiktaş'taydı" diye bir cover gördüm. Buyrunuz bu da kendisi hatta:

Dinleyince merak ettim orijinalinde kimin söylediğini. Aradım, Yüzyüzeyken Konuşuruz'du bulduğum grup. Diğer şarkılarına bakarken tesadüfen denk geldim "Ateş Edecek Misin?" şarkısına. Şaşırdım, böyle şeyler olmazdı bana hiç. Başına öyle tatlı tesadüfler gelen biri değildim, olamamıştım. Ama bundan sonra gitgide artmıştı tesadüfler. Kalan diğer tesadüfleri "Chaby Özel" yazıma saklayayım en iyisi. Çünkü ben o yazıyı yazdığım gün ya sonunu getiremeyeceğim bir türlü ya da kitleneceğim öylece, yazamayacağım doğru düzgün bir şey. Kitlenme ihtimalime karşın tesadüflerim bugünlük bende kalsın en iyisi.

Yılbaşı yazısı diye başlamış bile olsam, Bir Ondan Bir Bundan'a bağladım ben gördüğünüz gibi. Her neyse daha fazla uzatmadan bitireyim ben. Siz de yeni yıl planlarınıza dönün efenim. Bugün aklıma gelen yeni yıl dileğimle bitirmek istiyorum. Bu karlı güzel günde muhteşem manzaranın tadını çıkarabilmeniz dileğiyle. Yeni yılda her gününüzün manzarası büyüleyici olsun. Mutlu seneler...

20 Aralık 2015 Pazar

Bir Ondan Bir Bundan: Ahmet Batman&İzlediklerim

Yepyeni bir yazıyla herkese kocaman merhaba. Çook uzun zaman olmuştu yazmayalı ve açıkçası üzerine yazacak çok şey bulamadığımdandı bu. Taa ki en bir sevdiğim yazarın yeni kitabını çıkaracağını öğrenene dek.


O güzel kalemden bu sefer neler akacağını deli gibi merak ediyordum, o yüzden kitabın çıkmasından tam 4 gün önce sipariş verdim. 15 Aralık'ta çıkan kitap, perşembe günü elime ulaştı. Okumanızı daha önce de tavsiye ettiğim, kalemine hayran olduğum bir adam, Ahmet Batman. O yüzden kitabı gayet makul fiyata alabileceğiniz sitenin linkini de paylaşmaktan onur duyuyorum.

http://www.kitapyurdu.com/kitap/korkma-kalbim/382651.html

(Bu arada piyasadan almak isteyenlere de ücreti gayet makul, Ahmet Batman pahalı kitaplara inanmıyor.)

Kitaptan spoiler vermeden anlatacak olursam; diğer kitapları okuyanlar bilir, başarılı yazarın ilk iki kitabı Soğuk Kahve ve Sabah Uykum kısa yazılardan oluşmaktaydı. Belli başlı bir hikaye bulunmamakla birlikte o türde okuduğum en iyileriydi.


Bana İkimizi Anlat kitabıyla bir hikaye anlattı yazarımız ve sadece kısa yazılarda iyi olmadığını da görmüş olduk. Benim için en güzel hikayelerden birisiydi o kitaptaki de. Hatta kitabı okumaya başladığım gün de bkz. karşılaştığım tatlı tesadüf...


Korkma Kalbim'de de yeniden kısa yazılara döneceğini düşünmüştüm ama hikaye olması beni ayrı bir mutlu etti. Hikaye olduğunda altı çizilecek cümleler doğal olarak azalıyor çünkü cümle genelden özele inmiş oluyor. Bu her kitapta böyle. Altı çizilecek cümlelerim azalmasına rağmen sevinmiştim yine de. Bu sefer beni nasıl bir hikaye bekliyor bilmiyordum. Ama çok büyük umudum yoktu, kısa zaman önce yaşadığım küçük hayal kırıklıklarının ardından. Onlara da geleceğim.

Kitabı okudum ve elimden bırakamayıp aynı akşam bitirdim. Hatta üstüne iki kitap daha bitirdim ama hala etkisinden çıkabilmiş değilim. Ahmet Batman kitaplarının bir klasiğidir, herkese olur demiyorum ancak en azından bana oluyor. Uzun süre düşünmeyi bırakamıyorum o kitabı. Bu seferkinde de öyle oldu. Ve çıtayı ne kadar yükseltebilir ki diye bir anlığına bile olsa düşündüğüm Batman, çıtayı aşmış bile. Bu hepsinden çok daha iyiydi. Ben bayıldım. Kitap hem bitmesin hem de bir an önce sonunu göreyim dedim sürekli. Durmadan bir savaştaydım sayfalarla. Sonunda kim kazandı bilmiyorum ama kesinlikle Ahmet Batman aklımdan çıkmayacak bir kitap daha yazmış oldu. Kalemin hep bizimle olsun, gönlü güzel adam.


Gelelim Bir Ondan Bir Bundan'ın bundan bölümüne. Yazmadığım bu süreçte izlediğim birkaç şey oldu. Onlara değinmek istedim ben de. Dizilerden başlayacak olursam, TBBT furyasına bıraktım kendimi. Bir iki bölümden sonra süper olduklarını idrak edip direk onlardan biri olmak istemem itibariyle tüm sezonları bitirmiş ve 9.sezonun yeni bölümlerini tırnaklarımı kemirerek beklemeye başlamış durumdayım.


Hatta öyle ki, onlar için ayrı bir yazı hazırlamaya karar verdim. Spoiler içerecek bir yazı olacak muhtemelen ama herkes kimin kimle olduğunu zaten biliyordur değil mi? Spoiler derken de zaten geçen sezonları kapsayan genel bir değerlendirmeden bahsediyordum.

Her neyse, bu oyunculuklar ve senaryo öyle bir şey ki; fizikten nefret eden bana fiziği sevdirecek derecede neredeyse. Ama neyse ki sevemeden bölüm bitiyor. Malum, 20 dakikalık bölümler olunca hemen bitiveriyor. Yine de yeniden açıp izliyorum bazı bölümleri ve yine aynı derecede gülüyorum her birine. Sonuç olarak dediğim gibi, tüm bu TBBT hikayesini farklı bir yazıda inceleyeceğim; karakterler, hikaye, diyaloglar vb. O yüzden bunu burada kesip izlediklerimden devam ediyorum.


Gelelim sinemalara. Elimizde arkadaşlarla gidilen bir Düşlerin Terzisi, ilk filmiyle gişe rekorları kıran hatta iki kez vizyona giren (ikincide +30 dakikalık bir eklemeyle) efsane ikilinin Düğün Dernek 2'si ve benim geçen yıldan beri beklediğim birtanecik serimin son filmi Mockingjay Part 2.

Düşlerin Terzisi yani The Dressmaker, aslında bir kitap ve sinemaya uyarlanmış. Günümüzde çoğunlukla yapıldığı gibi. Filmler kitap tadı veremediğinden mi nedir, ben sevmiyorum bunu. Buna rağmen Açlık Oyunları'nı falan izledim kabul ama o başka bir konu. Ona geleceğim. Dediğim gibi bana sanki hikaye yazmaktan kaçınmak gibi geliyor. Güzel eserlerin beyaz perdeye taşınmak istenmesini anlayışla karşılıyorum ama çoğunlukla olmuyor işte. Kitabın hissettirdiğini hissettiremiyor.

Yeniden filme dönecek olursak; Kate Winslet ve Liam Hemsworth eşliğinde güzel bir filmdi. Eski zamanlara dair bir dram filmiydi ve dram favori türüm olmadığından aşırı beğendim diyemiyorum. Ama güzeldi. Oyunculuklar hakkında konuşmak haddime olmadığından (çünkü zaten ben demesem de çok başarılı oldukları biliniyor) ona yorum yapmayacağım. Liam demişken onun bir başka filminden devam edeyim o zaman.


En sevdiğim seri son filmiyle hepimize veda etti. Gerçi bir yerlerden bir şeyler okudum, yeni bir film falan olması gibi bir şeyler. Ama şu dakikadan sonra yeni bir filmin başarılı olacağına inanmıyorum ben. Bitmiş bir hikayenin devamı getirilmemeli bence. Tadında kalması çok daha iyi oluyor her zaman. Hissetmeyi bekleyeceğim heyecanı, filmin vizyona girdiği günün akşamı o sinema salonunda koltuğa oturduğumdan yarım saat sonra yitirdim. Yanlış anlaşılmasın, filmi beğenmediğimden değil. Sonunu bildiğim bir hikayeydi zaten ama önceki filmlerde de hikayeyi bilmeme rağmen hiç böyle olmamıştım. Üzerine düşündüğümde ise sebebini kavradım.

İlk film: Açlık Oyunları. Kitaplardan ve diğer şeylerden haberim yoktu ve bir kısmına televizyonda görüp üzerinde durmamıştım. Filmin tamamen aklımdan çıktığı bir zamanda ilk kitabına denk geldim ve kitaplarına sarıp üç kitabı da okudum. Sadece bir kısmını izlediğim halde izlemiş olduğumu sandığım filmi televizyonda görünce aslında kitabı okuyup filmi de izlediğimi sandığımı anladım. Beynimin bana bir oyunuydu bu.


İkinci film: Ateşi Yakalamak. Kitapları bitirmiş olmama rağmen, sırf arenayı merakımdan ikinci filme gittim. İzlerken ise Peeta Mellark'ın da beni etkilediğini fark etmek zamanımı almadı. İkinci kitap her zaman favorimdi ve o arenaya bayılmıştım. Arenanın yapılışından yana hiç umudum yoktu çünkü kitapta anlatıldığı kadarını kimse yapamazdı. Ama film ekibi çok başarılıydı ve benim favorilerim arasına Ateşi Yakalamak filmi altın harflerle kazındı.

Üçüncü film: Alaycı Kuş Bölüm 1. Serinin en karanlık filmi. Zamanının çoğunu içeride geçiren karakterler ve karanlığın verdiği etkiyle film boyunca gözlerimizin yorulması. Bir kısmı aydınlıktı belki, dış çekimler olmuştu tabi. Hadi ama, 13.mıntıka kapkara bir yerdi, kimse orada yaşamak istemezdi değil mi? Üstelik favori karakterimin filmde çok yer almaması da canımı sıkmıştı. Liam Hemsworth'ü sevmediğimden değil (bayılıyorum o adama) ama Gale karakteri benim için hep bir köstek olmuştu işte. Severdim ama daha az. Yani benim için serinin en kötü filmi üçüncü filmdi. Haklı sebeplerim de vardı. Eminim o filmden sonra göz doktoruna gidenler olmuştur.


Ve son film: Alaycı Kuş Bölüm 2. Serinin sonu olmasının yanı sıra en iyilerinden biri. Biri diyorum çünkü benim gözümde Ateşi Yakalamak'la kapışır ve yenilebilir bile. Bitecek olmasının verdiği hüzün ve kitap sonunun bir buçuk sayfaya sığdırılmasıyla yaşadığım hayal kırıklığını hatırlatması nedeniyle çok tepki vermemiş olabilirim. Sonuçta üçüncü filmin bile nerede kesildiğini bilmediğimden dolayı verdiği bir heyecan vardı. Bunda ise sondu artık. Her şeyin bittiği yerdeydik.


Mükemmel oyunculuklar, aklımızda ilelebet kalacak ve ileride birlikte görmeyi beklediğimiz Joshifer, su tanrısı Finnick Odair'e hayat veren ve onu adeta yaşayan Sam Claflin, kitabı okuduğumda sinir olduğum ama güzelliği (evet güzelliği çünkü o güzel bir insan) ile Gale Hawthorne karakterini göklere çıkaran Liam Hemsworth, cesaretine hayran olunası Johanna Mason'ın canlanma sebebi Jena Malone, hikayenin asıl olayı ve sebebi Primrose Everdeen rolündeki Willow Shields, koruyuculuğuyla hep insanın hayatında olmasını isteyebileceği Haymitch Abernathy ve Effie Trinket rollerine hayat veren Woody Harrelson ve Elizabeth Banks, üçüncü kitabın başından beri bir türlü ısınamadığım ve bunun için haklı sebeplerim olan Başkan Alma Coin karakterini gerçekten mükemmel soğukkanlılıkla canlandırmayı başarmış Julianne Moore, çok sinir bozucu olmasına rağmen benim nedense saygı duymaya gerek duyduğum çünkü tüm yaptıklarının arkasında durabilen Snow karakterinin canlı hali Donald Sutherland ve değinmediğim tüm o muhteşemliklerle koca bir seriyi bitirdiler. Kabul etmeliyim ki, film başarılıydı. Bu benim içsel sorunum, yani yeterince odaklanamamış olmak. Tüm olanları, her şeyi hissettirebilmelerine hayranım. Kitabın yazarı Suzanne Collins'e ve hayal gücüne bir teşekkür gönderiyor ve bu konuyu kapatıyorum.


Yazı çok uzadığından çok uzun değinmeyeceğim bir filme geldik şimdi. Düğün Dernek 2. Gittim, güldüm, eğlendim. İkinci kez izleyecek olsam giderim izlerim çünkü genelde ikinci izleyişte daha eğlenceli oluyor böyle şeyler. İlk filmde de öyle olmuş, ikinci izleyişimde daha çok gülmüştüm. Zaten tüm bu işleri yaparken çok yoruldular, hiç durmadan çalıştı Ahmet Kural-Murat Cemcir ikilisi. Peş peşe gelen birçok proje oldu ve hiç duraksamadan yaklaşık 5 yıl çalıştılar sanırım. Onun etkisiyle çok da iyi bir şey beklemiyor insan. Buna rağmen güldüm. "Gülmedim, beğenmedim, tekrar etmişler kendilerini." diyen yorumlar okudum gitmeden önce ve ikiliye olan güvenimden dolayı gittim filme. Tüm o yorumları yapanlara ise "Siz yapın aynı şeyi de görelim." demek istiyorum buradan. Hiç aralıksız üç film iki dizi yapın. Bakalım beş yılda pestiliniz çıkıyor mu çıkmıyor mu? Ara vermiş olsalardı daha iyi bir şey çıkar mıydı dersek de, oyunculuklarda bir değişiklik olacağını sanmıyorum, zira level atlamış oyunculukları zaten. Her birine; Ahmet Kural, Murat Cemcir, Rasim Öztekin, Devrim Yakut, Şinasi Yurtsever, Barış Yıldız, İnan Ulaş Torun ve sayamadığım diğer oyunculara hayranlık duydum. Ancak bunların arasından Kural ve Cemcir benim gözümde baya aşmışlar çıtayı. Yükselmişler ve geri inecek gibi de durmuyorlar. Onları hep böyle görmek dileğiyle.

Bir blog yazısının daha sonuna geldik. Bu arada kişisel blogum olan

dunyaninyazisi.blogspot.com 'da kısa yazılarıma;

yöneticisi olduğum

sekiz100uc.blogspot.com 'da ise birkaç amatör yazar olarak paylaştığımız kısa hikayelerimize herkesi bekliyorum.

Sevgiler saygılar efenim.

14 Ekim 2015 Çarşamba

Bir Ondan Bir Bundan: Moda&Elin Oğlu

Herkese selamlar efenim. Bu bir hasta yayınıdır. Açıkçası yazmak gibi bir düşüncem yoktu ancak fazlasıyla boş zamanım var ve ben evde değilim. Dolayısıyla oturup bir Elin Oğlu izlemek olsun, bir Netflix takılmacası olsun yapamıyorum. Hasta olmanın en kötü olduğu şeylerden biri de dışarı çıkmak. Hastayım ama okulumdan gaza gelip başvurduğum atölye dersim bugün başlayacak. Bugün değil pardon, bu akşam. Evet, bizim atölyelerimiz akşam 19.00'da çünkü.


Ülkenin içler acısı durumuna hiç girmeden, konuyu direkten döndürüp sonbahar-kış-ilkbahar-yaz karışımı yapan havalara değinmek istiyorum. Bugün hasta olduğumdan kazak giymiş olsam da, normalde ne giyeceğimi bilemediğim doğrudur. Moda blogu yazmıyoruz burada, cidden dolabın karşısında tepindiğimi bilirim ben. Pek beceremiyorum moda işlerini. Yine de kendi tarzımı yaratma çabam var.


Hazır modaya değinmişken de şunu demeliyim ki, bu yılki moda haftasının kıyafetlerine denk geldim geçenlerde bir Onedio galerisinde.  Onedio benim günlük takip ettiğim bir internet sitesi ve kesinlikle tavsiye edebileceğim içeriklere de sahip. Bazıları çok gereksiz ama siz boşverin, takmayın onları. Ne diyordum, galeride denk geldiğim bazı kıyafetler, kombinler o kadar cesur ve iddialı ki, üstelik bunu kötü anlamda da söylemiyorum. Ba-yıl-dım! Linkini buraya bırakmadan önce bir duamızı da edip gidelim. İnşallah biz de bir gün o sokaklarda Moda haftasının en başarılı seçimlerini yapmış kişiler olarak yürürüz, amin. Buyrun linki, lütfen zevkler ve renklerin tartışılmayacağını göz önünde bulunduralım efenim:

https://onedio.com/haber/modanin-kutsal-ayi-ndan-geriye-kalan-defilelerden-cok-daha-fazla-dikkat-cekmis-37-sokak-stili-597011

Ayakkabı delilerine de şunu ekleyelim:

https://onedio.com/haber/modanin-kutsal-haftalarinda-giyilmis-gozlerinizden-kalpcikler-fiskirtacak-23-ayakkabi-595801

Modayla ilgili bu kadar konuşmayı başarabilmiş olmama şükrediyor ve geçiyorum diğer kısımlara. Karman çorman, ana temasının ne olduğundan emin olamadığım bir blog yazdığımdan ötürü, konudan konuya atlıyorum ve affınıza sığınıyorum efenim.


Ne demiştim yazının başında, Elin Oğlu. Elin Oğlu değil de Evin Oğlu aslında onlar Ömür Varol'un da dediği gibi. Fotoğrafta sağ baştan sayıyorum; Japonya'dan Masataka Kobayashi, Rusya'dan Andrey Polyanin, İspanya'dan Manuel Reina, İtalya'dan Danilo Zanna, Türkiye'den Ömür Varol, İngiltere'den Robbie-Lee Valentine, Türkiye'den Sinan Çalışkanoğlu, Amerika'dan Antonio Stokes, Slovakya'dan Emrach Uskovski ve Güney Kore'den Chaby Han. Sırasıyla Elin Oğullarına değinmeye başlıyorum efenim. Oturup hayat hikayelerini anlatmayacağım tabi, çünkü bunu arayıp bulabilirsiniz zaten. Ancak kendi düşüncelerimi söylemek istiyorum hepsi hakkında.

Sırasıyla en sevdiğime doğru giderek yazacağım, ama hepsinin gönlümde yeri olduğunu söylemeliyim.

8)Masataka Kobayashi



Masataka aslında çok sevimli bir Elin Oğlu. Adam sürekli gülüyor, Chaby'nin dediği gibi gözü kadar ağzı var daha ne olsun. Seviyorum da kendisini. Fıstığa hıstık deyip de seyircinin neden güldüğünü soracak kadar da saf, temiz bir adam. Klasik bir aile babası. Ama benim orda sevmediğim adam yok ki, Masataka sevdiğim ama diğerlerini bir tık fazla sevdiğim bir adam olarak dursun burada.

Masataka'nın en sevdiğim bölümü, tek kelimeyle "Hıstık" :


7)Robbie-Lee Valentine



Aslında samimi söylüyorum ki sevimli. Yani bu adam sevimli ama nedense Masataka'nın yerine 8.sıraya bile alabileceğim kadar sinir bazen. Şöyle ki bunda bir Concon tipi var ya, konuşma tarzıyla falan Berkecanvari bir şey oluyor hani. Adamda 160 IQ olunca herkese saydırıyor siz salaksınız falan diye. Ondan belki de. Yoksa cidden seviyorum ya. Tatlış denir yani buna.

Robbie'nin en sevdiğim bölümü, gururlu ve hırslı İngilizin çağdaş dansı:



6)Manuel Reina


Manuel-Otomatik denilmesinden dert yanan bir şekilde geldi programa. Danslarıyla, İspanyol enerjisiyle, şarkılarıyla renk katıyor programa. Candır, ciğerdir. En eğlenceli Elin aile babasıdır benim gözümde. Ama yine de diğerleriyle karşılaştırdığımda gözümde 6.sıranın sahibi. İyi ki varsın Manuel.

Manuel'in sevdiğim bölümü, Manuel'e göre Türklerin bir günü:



5)Danilo Zanna



Abijim, yemin ediyorum canımız ciğerimiz. Elin Oğlu'nun en haylazı, en laf dinlemezi, en delisi bu adam. Eşi Tuğçe Zanna'yı çok çok sevdim, içten geldi çok. Hatta Danilo'dan çok sevdim, niye bilmiyorum. Bu adam, çok deli bir şey ama. Yani yakışıklı desem değil, sempatik desem ayrı bir şey. Değişik bir şekilde insanı kanser de eder tedavi de. Aşçı da üstelik. Tam böyle git yemek öğretmenin olsun, güle güle yemek yap. Tuğçe Zanna'yla çok güzel bir çift olduklarını söyleyerek bitirmek istiyorum, sonuçta Danilo benim için abijim, kesinlikle sevilesi bir abi ya. Böyle abi isterdim, doğruya doğru. Ah, kahrolsun tek çocukluk. Öhöm, neyse uzatmayalım. Buraya bir fotoğraflarını bırakalım çiftin.

Ve Danilo'nun en sevdiğim bölümü, en sevdiğim şarkılardan biri; Ben Böyleyim:


4)Antonio Stokes



Şunu söylemek istiyorum ki; aşık olduğum ülkeden gelen bir adamı böyle ilk üçte falan bulabilmeyi ben de isterdim. Ancak sen benim gönlümde ilk üçtesin Antonio. Candır, bitanedir. Tanıtımlar zamanında da söylediği gibi, Amerikalı, hem fiyakalı hem delikanlıdır. Programdaki tek siyahi ve kalbiyle, aklıyla çok güzel bir adam. Halinden tavrından belli olan o vicdanı, merhameti iyi ki öğretmen olmuşsun dedirtiyor insana. Çünkü merhamet en önemli şey bir öğretmen için. Yetiştirdiğin öğrencilerin, ana sınıfında da olsalar, kattığın değerlerle iyi yerlere gelebilmeleri dileğiyle. Bu kadar ciddi konuşmanın üzerine son bir şey eklemek istiyorum. O bayıldığım Amerikan aksanıyla daha çok konuş olur mu? Washington D.C.'nin en fiyakalısı, seviyoruz seni.

Antonio için özel olarak sevdiğim bir video bulamadım ama zaten o tüm bölümlerde yapacağını yapıyor. Cansın Antonio.

3)Emrach Uskovski


O kadar zorlandım ki bunu seçerken. Çünkü gönlümün 1 numarası zaten belliydi ama iki ve üçte zorlanacağımı biliyordum. Şunu bilin ki iki ve üçü birbirinden ayırmadan seviyorum. Emrach, her ne kadar Antonio'ya delikanlı demiş olsam da programın en delikanlısıdır gözümde. Çok acayip bir mütevazılık var adamda, ego sıfır. Buna rağmen tüm racon, kamyon arkası sözler de onda. Mahallelerin eskiden varmış ya hep bir ağır abisi, işte o ağır abi Emrach'mış aslında. Adamın dibi, hası, fazlasıyla yakışıklısı Emrach. Taş bebek gerçekten. Ve buna "Estağfurullah" diye karşılık verecek kadar da alçak gönüllü. Gönlümün hem ikinci hem üçüncüsüsün Emrach. Ama on numara adamsın kardeşim. (21 yaşında sonuçta, iki yaş da bir şey değil yani)

Emrach'ın videolarının büyük çoğunluğu Thug Life'tan oluşuyor, yani anladık ki adam iyi konuşuyor. Bu da Chaby'le ortak olan en sevdiğim mimiklerle anlaşma bölümü:



2)Chaby Han

Tam da Danilo'yla aynı hisleri paylaşabilirim aslında. Çünkü yakışıklı değil, sempatik de pek değil. Ama işte şapşik ya. Cidden Emrach ve Chaby arasında seçim yapamıyorum ben. İkisi de çok farklı, hem karakter hem görünüş olarak. Ama Chaby sanırım sıralamama da bakılırsa bir tık önde bir şekilde. Programa "Beni de Elin Oğlu'na alın ya." diye isyan etmiş, Youtube fenomeni olup tık rekorları kırmış, program yapımcılarının ve yetkili kişilerin ilgisini üzerine çekmeyi başarmış bir adam kendisi. İlk bölümün yarısından biraz zaman sonra kendine yer edinebildi ve çok sevildi. Cidden benim Kore dizilerine olan sempatimden midir bilinmez ama dinlemeye doyamıyorum Chaby'i. Buyrun size programa katılmak için duyurusu:


Programa katılmadan önce göklere çıkardığı Andrey'e de bir ithaf buradan. Ona geleceğim sonra tabi.



1)Sinan Çalışkanoğlu



Ne oldu? Herkes burada bir Andrey Polyanin bekledi tabi. Ama yok benim gönlümün efendisini buraya koymazsam olmaz. Taa Selena'da oynadığından beri, hiç yalanım yok valla o zamandan beri, pek bir sevdiğim oyunculuğuyla, mizahıyla, aklıyla komedi alanında favorilerimden biridir Sinan
Çalışkanoğlu. Ona değinmeden bu yazıyı geçersem olmazdı yani. "Tiyatrodan gelen adam, iyi oyuncudur." klişemi destekleyen birisi kendisi. Tiyatro yapabilen biri başarılıdır zaten çünkü benim gözümde. Yer aldığı proje vasat bile olsa gösterir kendini o oyunculuk. Yani uzun lafın kısası gönlümün favorisi Türkiye'den Sinan efenim. Ama o Elin Oğlu değil, o bizim oğlan. O yüzden hem Elin hem Evin oğullarından favorime geçelim.


1)Andrey Polyanin




Neden herkesin en iyi fotoğrafları da bu paşamın bu repliği, di mi? Çünkü görün efenim. Bu adamdaki ego kimsede yok yani. İlk bölümden anladık ne mal olduğunu. Diyormuşum ve tüm Andrey hastalarının ağır beddualarını yiyormuşum. Beddualarınızı canınızı sıkanlara saklayın lütfen çünkü bu adam acayip bir şey. Cidden. Ben çok konuşmadığı bir bölümüne denk geldim programın sanırım çünkü ilk başta bunu ben çekingen, pek konuşmayan bir tip sanmıştım. Bir baktım adam bir açılmış, bir konuşuyor. Sadece göbek atmıyor işte, bir de atraksiyonlarda çok yok. İlk yerine oturan bu oluyor öyle şeylerde. Ama zaten duruşuyla bile belli ediyor kendini. İnceden bir Sinan Akçıl'a da benzetiyorum ben. Ama o Rus olmanın soğukluğu, o karizmayı bozmamak, üstelik bir yarışma programında bile, bakınız Emrach'ın dediği gibi:


Emrach Slovakya'dan bu Rusya'dan gelmiş, soğuk ülkeler ikisi de. Adamlar doğal olarak cool doğmuş yani. Güzeller ama ikisi de güzel adamlar yani. Buraya da Andrey'in çekimlerdeki fotoğraflarından birini bırakıp kaçıyorum. Zira bu adamı anlat anlat bitiremeyeceğim.


Andrey'in en sevdiğim bölümü, okul kırma sıralamasında birinci olduğumuz hani:


Buradan Ömür Varol'u da çok sevdiğimi ve özellikle sesinin favorim olduğunu belirteyim. Çünkü malum kendisi sesiyle birçok şeye hayat vermiş bir kişi. Açıkçası hakkında çok bir şey bilmiyordum, öğreneceğiz zamanla. Elin Oğlu'nun eğer ipini çekmedilerse uzun soluklu olması dileğiyle. Hepsini çok çok seviyoruz ve gerçekten severek izliyoruz.

Bu blog yazısı da burada biter. Hiç başarılı olamadığım sonlarda burada da bir klişeyi bozmuyorum ve bitiremiyorum efenim. Görüşmek dileğiyle...

24 Eylül 2015 Perşembe

Değerlendirme: TMR mı THG mi?

Herkese merhabalar ve iyi bayramlar efenim. Bu efenim lafına da Wattpad'den alıştım. Hala gelmeyenler varsa reklamımı da şuraya bırakıp gidiyorum. Çalışmalarıma girerek iki hikayeme de erişebilirsiniz.

https://www.wattpad.com/user/SevvalMercansever

Kurban bayramı geyikleri almış başını gidiyorken yapılabilecek etkinlikler de tek tek sıralanıyor. Evlerinde kurbanlarıyla uğraşanlara Allah kabul etsin diyorum ve hayvanlara zulmedilen bir Kurban olmamasını diliyorum. Bu karikatürü de kurbanın gerçek amacını hatırlatması niyetiyle şuraya bırakalım.

Etkinlikler demişken gelelim benim en bir sevdiğim etkinliklerden birine, sinema. Fazlasıyla ciddiye aldığım bir iş benim için sinemaya gitmek. Film izlerken yapılan herhangi bir saygısızlığa tahammül edemiyorum bir türlü. Konuşanlar mı dersin, evindeki baba koltuğuna yayılıyormuş gibi yayılanlar mı dersin. Hele şu telefonla uğraşma olayı en sinir olduğum şeyler. Valla bir gün alacağım birinin telefonunu, ağzına sokacağım yani. Madem izlemeyeceksin niye bilet aldın, hadi bileti aldın girme kardeşim. Millete saygın da mı yok? Yok kalmamış kimsede saygı maygı. Burada da teyze muhabbetimi yaptıktan sonra geçiyorum asıl konuma.


Geçen gün gittiğim film için bunu yazmaya karar verdim. Çünkü büyük kararsızlık yaşıyorum doğrusu. En favori serim The Hunger Games(Açlık Oyunları) olmuştur başından beri. Kitaplarını okudum, ardından filmlerini izledim. Ve tabi istisnaları olmasına rağmen bir kaide bozulmamış; Jennifer Lawrence'ın güzelliği, Josh Hutcherson'ın tatlılığı ve Liam Hemsworth'ün taşlığına rağmen filmde her şey batmıştı. Son film gelecek kasım ayında, ondan ümitlerimi yine de kesmek istemiyorum. Kitapta her şey birinci tekil kişiyle yazıldığından filmdeki ilahi bakış açısı insanı çok doyurmuyor. Özellikle üçüncü film Alaycı Kuş:Bölüm 1'de hayran kaldığım oyunculuklar bile o kasvet havasını yok edememişti. Film sürekli kapalı bir mekanda geçiyordu, kitabın belli bir kısmı da öyle. Ancak yine de kitapta üzerimize sinen yoğun duygu filmde resmen karanlık bir mekana dönüşmüş, bazı sahneleri görmekte beni gayet zorlamıştı. Karanlık filmleri çok sevemiyorum gerçi ama yine de bu da fazla karanlıktı yani. Filmden bir şey anlamadık diyenlere zevkle kitabı öneririm. Bölüm 2'de fragmanlarda da eğer izlediyseniz görebilirsiniz, açık hava var nefes var. Oh be dedim izleyince. He, eğer ben hala izlemedim, fragmanı mı çıkmış diyecekseniz buyrun efenim Youtube linkleri:

1.Fragman: https://www.youtube.com/watch?v=GWmu_zC5A4Q

2.Fragman: https://www.youtube.com/watch?v=Pbkbo9WHqbE

3.Fragman(Prim için): https://www.youtube.com/watch?v=P8ClQly4MK4

Bu da afişi:


Geçen gün gittiğim filme dönecek olursak; kim bu TMR? The Maze Runner yani meraklılarına Labirent. İlk filmine öylesine gittiğim, sonrasında bir kitap serisi olduğunu öğrendiğim ama hala almaya fırsat bulamadığım seri. İlk filmi sevmiştim, Tatlı bulduğum Dylan O'Brien, güzellik abidesi Kaya Scodelario, aslında tipine gıcık olunası ama aynı zamanda da garip bir cazibesi olan Thomas Brodie- Sangster oynuyordu. Dylan O'Brien'e sadece tatlı dediğime bakmayın, seviyorum çocuğu çok da işte hakkında öyle çok bilgim yok. Sonuçta neredeyse hiç izlemediğim Teen Wolf'un en bir sevimlisi. Oradan tanıyorum kendisini de zaten. Kaya'yı ise Wattpad sayesinde tanıdım, yani adını öyle öğrendim. Hep görüyordum fotoğraflarını, adını bilmiyordum. Çok alakam yok yabancı ünlüler camiasıyla, ancak böyle arada gördüklerimi falan bilirim sadece. Benim için hala en birinci aktör Johnny Depp, en birinci aktris seçimimiyse yaklaşık 20 yıl öncesinden yapıp Friends'ten Courteney Cox diyebilirim yani. Neyse konudan sapmayalım. Gelelim karşılaştırmaya.

Aslında cidden iki seriyi de çok seviyorum. Labirent'in ikinci filmini izlemiş olduğumdan, ki şiddetle tavsiye etmekteyim hatta emretmekteyim gidin izleyin efenim, Açlık Oyunları'nın ikinci filmiyle karşılaştıracağım.

Ateşi Yakalamak benim için THG'in gelmiş geçmiş en iyi kitabı ve filmidir, net. Filmdeki efektleri, oyunculukları ve pek tabii hepimizin gönlünün efendisi balıkçı, yüzücü, su adamı Finnick Odair'i namı diğer Sam Claflin'i hiçbir şeye değişmem, değişemem efenim. Çok seviyoruz, ailecek izliyoruz Finnick bey. Ayrıca öğretmenim Finnick oldu da ben mi yüzme öğrenmedim canım.

Sam Claflin (Finnick Odair)

Öhöm öhöm, neyse konudan sapmadan devam. Katniss Everdeen canımız ciğerimiz, hamile olmasına rağmen (oyun bile olsa) Peeta Peeta diye koşturdu durdu film boyunca. Peeta Mellark da garibim kimsenin bana ihtiyacı yok, ama sen yaşamalısın diye Katniss'e verdi gazı verdi gazı. Tabi kızı kurtardılar filmin sonunda. Koskoca Mockingjay dururken seni mi kurtaracaklardı Fırıncı çıcık? Ama helal olsun kıza gidip burda maşallah taş gibi Gale var ben buna yürürüm demedi de Peeta'yı kurtarın diye diretti. Eh kazandı da sonunda. Gerçi bu üçüncü filmdeydi pardon. Sonuç olarak Ateşi Yakalamak en güzel filmiydi serinin ve sırasıyla en korktuğum ve en çok sevdiğim sahneleriyle de sizi kısa bir süre başbaşa bırakmak istiyorum.



Şimdi gelelim TMR'ın ikinci filmine. Ay ben bu seriye aşık oldum. Ciddi anlamda söylüyorum, kitaplarını alınca da onlarla uyurum kesin. Alev Deneyleri ilk filmin yaklaşık 20-30 katı olmuş desem abartmış mı olurum? İlk filmi izleyenler bilir, ilk filmin çoğu kayranda, yani açıklamak gerekirse labirente açılan tek bir kapısı olan ve gün içerisinde belirli aralıklarla o kapının kapandığı, her 30 günde yeni bir çocuğun asansörle getirildiği yeşil bir alan. Üstü açık, ancak kaçış yolu yok. Labirentin içinde Izdırap Veren isimli dev bir yaratık var ve eğer kayrana zamanında gidemezsen yaşama şansın yok. Neyse ki kayrana düşürülen Thomas bunun bir yolunu buluyor ve bir grup çocukla kayrandan çıkmayı başarıyor. İkinci filmi çok daha atraksiyonlu, yer yer beni yerimde durduramayan, sinemada izleyiciye saygımdan put gibi oturduğum ancak neredeyse bazı sahnelerde kalkıp tepinme ihtiyacı duyduğum bir film. Gerçek bir gönül bağıyla bağlandım Alev Deneyleri'ne. Tekrar tekrar izlemek istiyorum, kaçırdığım her detayı tekrar tekrar görmek ve filmi ezberlemek istiyorum. Türkçe dublajdan nefret ettim hep aslında, bunu da dublajlı izleme şansım oldu. Yine de bu bile film başladıktan üç beş saniye sonra unuttuğum bir detay oldu. Altyazıları tamamen okuyan biri olmadığımdan daha çok filmi izleyen ve söylenen birkaç kelimeyi yakalasam bile tüm diyaloğu anlayabilen biri oldum hep. Ama kontrol etme gibi bir huyum var, çok fazla olmasa da arada küçük birkaç detayı doğru mu çevirdim diye kontrol ederken kaçırabilirdim. İkinci kez izleyecek olursam, ki büyük ihtimalle boş bir zamanımda açar izlerim, altyazılı tercihim olacak orası kesin. Filmin şoka sokma özelliği de var bunu da söylemeden geçmeyeyim. Aklı küçük detaylara takılan ve gerçekleşecek olayları az çok tahmin edebilen biri olarak öyle bir yanınız yoksa filmin sonuna doğru çenenizi alttan elinizle tutunuz efenim. Yoksa mazallah yerlerde sürünebilir. Buyrunuz bunlar da fragmanlar:



Son söze geçmeden önce iki filmden favori çiftlerimin fotoğraflarını koymasam olmaz.

Katniss&Peeta
Thomas&Teresa

Bir sonuca varacak olursak Ateşi Yakalamak kadar sevdiğim bir şey daha yoktu ama tebrikler TMR ekibi, bu tabumu da yıktınız. Alev Deneyleri efso olmuş millet, koşun koşun! Berke/Ahmet/Edanur/Nazlı gelmedi mi diye soran akrabalara da Alev Deneyleri sizden daha çok ilgisini çekmiş dersiniz annesi, hadi kaçtım ben.